2018 Yılının Kasım ayı geldiğinde neredeyse tükenmek üzereydim. Son dört ay içinde üç yarış koşmuştum. Bu yarışlar aslında antrenman yarışı olacaktı ve hiç zorlamayacaktım ama evdeki hesapla çarşıya çıkınca işin rengi değişmişti. Tuz Gölü’nde sıcaktan kavrulmuş ve hırpalanmıştım. Kapadokya’da 63 kilometrelik bir patika yarışı koşmuştum. Ardından Kocaeli’de gelmiş geçmiş en iyi 10K süremi elde etmiştim. İstanbul Maratonu’nun başlangıç çizgisinde beklerken bu sebeple bitkin bir haldeydim ve bu yarış bir an önce bitse de sezonu kapatsam diye düşünüyordum.
“Koşmak, yapman gereken bir işmiş gibi hissettiriyorsa fazla zorluyorsun demektir.”
Eric Orton
“Born To Run” isimli bir kitapta böyle bir şey okumuştum. Normalde böyle hissetmem, koşmak beni mutlu eder ama itiraf etmeliyim ki İstanbul Maratonu’yla bir türlü anlaşamadık. Aramızda aşk-nefret ilişkisi var. Başlangıç çizgisinde beklediğim yarış İstanbul Maratonu olunca koşmak daha zor geliyor.
“Nedir alıp veremediğin?” Diye soracak olursanız, çok detaya girmeden hızlıca cevaplayayım. Türkiye’nin açık ara en büyük organizasyonu olmasına istinaden maraton mesafesindeki en iyi süremi burada koşmak isterdim ama parkuru buna izin vermiyor. Turistik bir atraksiyon olma çabasına girdiğinden beri İstanbul Maratonu hiç bir profesyonel veya amatör koşunun ilk tercihi değil. Başlangıç alanına ulaşmak büyük bir çaba gerektiriyor. Ulaşana kadar enerjinizin büyük kısmını harcıyorsunuz. Çanta emanet sistemi sizi strese sokuyor ve yoruyor. Parkur çok şehir dışı, eteresan bir şekilde hep rüzgarlı ve bazen de aşırı güneşli. Yağmurlu bir güne denk gelirseniz zaatüre olmanız büyük ihtimal, vesaire vesaire…
Her türlü olumsuzluğa rağmen İstanbul Maratonu yine de bizim kıymetlimiz. Koşu sporunun farkındalığını artırmak için daha büyük bir fırsat yok. İşin açıkçası ben katılmazsam, arkadaşlarım da katılmayacak. O katılmaz bu katılmazsa da gün gelecek bu organizasyon iptal olacak diye endişe ediyoruz. Bu sebeple her ne kadar istemesek de koşu sporunun geleceği için bu yarışa katılmaya devam ediyoruz. Ve umuyoruz ki bir gün hayal ettiğimiz gibi bir organizasyona dönüşür.
O gün, yine başlangıç çizgisinde soğuktan tir tir titreyerek beklerken, aklımda bu düşünceler vardı. Emanet otobüslerine çanta vermeye çalışan insanların mücadelelerini izliyordum. Gerçekten de insanlar birbirlerinin üstüne çıkıyordu. Yarışın başlamasına yarım saat kala otobüslerin gitmesi gibi bir durum var! Ben koşacağım kıyafetle gelmiştim. Sütten ağzım yanmıştı, artık yoğurt da yemiyorum. Böyle daha az strese girdiğimi farkettiğimden beri yarışlara emanet çantasıyla gitmemeye çalışıyorum. Tabiri caizse eller cepte gidiyorum. Bir şeyler ters giderse yarışı bırakabilirim veya kafama göre koşup antrenman yapar eve dönerim diye. İşe de yarıyor tabii.
Ortalık iyice kalabalıklaşıp artık hareket edemez bir hale gelinceye kadar olduğum yerde ısınmaya çalıştım. Hemen ardından yarış coşkuyla başladı. Oluk oluk Boğaz Köprüsüne doğru akmaya başladık. Süre hedefim olmadığı için hafif tempo başlayıp, boğaz manzarasının tadını çıkara çıkara köprüyü geçtim. Köprüden hemen sonra bizi karşılayan yokuşta bir kaç arkadaşla denk geldik. Bir süre sohbet ettikten sonra Barbaros Bulvarı’ndan inmeye başladık. Bu bölüm yokuş aşağı olduğu için herkes kontrolsüz bir şekilde hızlanmaya başladı. Ben de sürüye ayak uydurduğum için neredeyse en iyi 1000 metre süremi yapacakmışım. Farkında değildim doğrusu. Tabii nabzım daha yarışın başında yükselmiş ve yarışın sonunu tehlikeye atmışım. Neyse ki korktuğum kadar büyük bir problem yaratmadı.
Beşiktaş’tan Sirkeci’ye kadar keyif içinde koştuk. Herkes canlıydı ve hava yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Tabii biz de artık ısınmıştık. Galata Köprüsü’nden hemen sonra 10K mesafesi koşucuları ayrılıyordu. Biz soldan sahil yoluna girip koşmaya devam ettik. Topkapı’ya kadar biraz manzara biraz tarihi dokuya sahip yapı gördükten sonra otoyola girdik. Zeytinburnu bölgesine yaklaştığımızı efsane rüzgarı yemeye başlayınca anlayabiliyorduk. Bu rüzgar giderken önünüzden kuvvetlice eser ve sizi yavaşlatır. Ataköy civarından döndükten sonra bu rüzgar yine önünüzden eser ve sizi yine yavaşlatır. Oradaki rüzgar siz nereye doğru koşarsanız koşun, sizin aksi yönünüzde esebiliyor. Bu sebeple “efsane rüzgar” diye tabir ediyoruz.
Topkapı ile Ataköy arasında anlatılabilecek bir şey yok. Otoyoldan koştuğunuz için bir şey görmüyorsunuz. Giderken solda bir yerlerde deniz olduğunu biliyorsunuz o kadar. Şanslıysanız rüzgar soğuk esmez ve böylece hasta olmazsınız. Tabii su içerken üstünüze dökmemeye özen göstermelisiniz. Malesef nerede olduğumu unutup elimdeki suyun bir kısmını başımdan aşağı döktüm. Yaptığım hatanın farkına varmam uzun sürmedi. Göğsüm ıslanmıştı ve esen rüzgar nefesimi kesiyordu. Bir elimle tişörtümü çekip vücuduma yapışmasını engellemeye çalıştım. Bir yandan da kesik kesik nefes alıp koşmaya çalışıyordum. Sanıyorum son 10 kilometreye girdiğimizde tişörtüm kurumuştu. Ancak o zaman normal tempoda koşmaya dönebildim.
Son 10 kilometreye girince yavaş yavaş pes eden veya yürüyüşe geçmiş koşuculara rastlamaya başladım. Benim hızım da iyice düşmüştü. Önceki yıllardan farklı olarak bacaklarım iyi durumdaydı. Sadece gücüm tükeniyor ve gittikçe yavaşlıyordum. Yol boyunca elime geçen ne varsa yiyip içmeye başladım. Bu saatten sonra bir faydası olmayacağını biliyordum ama en azından bedenimi elindeki son enerjisini kullanması için tetikleyebilirdim. İnsan vücudu tükenmeye başladığını farkettiği an kendini korumaya alır. Amacı sizi hayatta tutmaktır. Beslenmeye devam ederseniz, vücudunuz besin sıkıntısı olmadığını düşünüp elindeki enerjiyi harcamayı kabul edebilir. Ben de bunu düşünerek yol boyunca beslendim.
Gülhane’ye yaklaşırken enerjim yerine geldi. Tekrar canlandığımı hissediyordum. Hızımı artırmak için çabalamadım zira ne yaparsam yapayım o saatten sonra toplam süremde ciddi bir farklılık yaratamayacaktım. Ben de keyfini çıkara çıkara Gülhane Parkı’na girdim. Ağaçlardan dökülen yaprakların oluşturduğu müthiş manzara eşliğinde sessizliğin tadını çıkardım bir süre. O gün Gülhane Parkı ziyarete kapalı oluyor. Sadece birkaç fotoğrafçıyla karşılaşıyorsunuz. Onlar da koşanların fotoğraflarını çekmek için orada oluyor zaten. Deklanşör sesleri sessizliği bozdukça, yolun ilerisinden kalabalığın seslerini duymaya da başlıyorsunuz. Parkın çıkışına yaklaştıkça sesler daha da belirginleşmeye başlıyor. Parkın daracık kapısı görülüyor önce. Sonra kapının dışındaki kalabalık belli belirsiz görünmeye başlıyor. Tam kapıya geldiğinizde kalabalığın coşkulu tezahüratlarını bir anda duymaya başlıyorsunuz. Hani sanki biri televizyonun sesini bir süreliğine kısmış ve sonra tekrar açmış gibi.
Gülhane’den Sultan Ahmet Meydanı’na doğru yokuş yukarı kalan son gücümle koşmaya başladım. Son 500 metre tabelası göründü. Bir nebze daha fazla hızlandım. Son 200 metre tabelasıyla beraber bitiş çizgisi de görünmeye başlamıştı. Aylar süren yorgunluğumun sonuna gelmiştim. Biliyordum ki sonrasında dinlenebilecek bol bol vaktim olacaktı.
Koşu 3 saat 38 dakika sürmüştü. Benim için kötü bir süre değildi. Hatta beklediğimden daha iyi bir süre koştuğumu düşünüyorum. Zaten en başından beri iyi bir süreyle koşmak gayesinde değildim. Ama benim sorunum da bu zaten; antrenman niyetiyle başladığım yarışlardan en iyi süremi elde ederek ayrılmak. Halbuki planlı programlı hareket ederim ama yarış atmosferi aklımı başımdan alıyor, başka ne diyebilirim ki.