Banksy Ve Amélie Sevdasına Ayaklarım Şişti

Artık müze gezmeyi bıraktığım için erken kalmama gerek yoktu. Ayaklarım dün fena hale geldiğinden uzun bir uyku çekip toparlanayım dedim. Buraların havasından mıdır bilemem yine erken kalktım ve istesem de uyuyamadım. Hal böyle olunca programımın güzergahını biraz değiştirip sabah ilk iş bir Banksy sokak resmini aramaya gittim. Bu sefer ki çok özel bir çalışmaydı; Fransa’da başörtüsünün kısıtlanmasını protesto mahiyetinde, Banksy, Napolyon’un meşhur resmine kırmızı bir başörtüsü eklemişti. Uzun bir yürüyüşten sonra resmi buldum. Alışıla gelmiş diğer resimler gibi değildi, oldukça büyüktü. Ayrıca birileri bu sefer ki eseri pleksi camla kaplamış ve böylece zarar görmeden korunabilmiş.

Oradan ayrılıp yakınlardaki bir parka doğru yürümeye başladım. Gerçi ben yakın derken iki-üç kilometreden yakın demek istiyorum, yaşadığım yerde de her gün, her yere yürüyerek gidiyorum.

Yolda Seine Nehrine bağlanan bir kanaldan geçtim. Sabah güneşinin en tatlı haliyle pırıldadığı bir saatte, eğilip suya dokunabilecek kadar yakın olmak mutluluk vericiydi. Sessiz ve sakin bir andan sonra yoluma devam ettim. (Otele dönünce internetten baktım, Amélie filmde, buralarda bir yerde taş sektiriyormuş ama o esnada orası olduğunu fark etmedim. “Canal Saint-Martin”)

Gittiğim park Buttes Chaumont’tu. Aslen doğal bir kayalık iken yaklaşık yüz elli yıl önce insan elinin en zarif dokunuşuyla harika bir park yerine dönüşmüş. Parkın içinde sayılamayacak çeşitlikte bitkiler ve ağaçlar mevcut. Şanslı bir mevsimde denk geldiğim için bütün çiçekleri açmış ve mis gibi kokarken yakaladım. Ağaçlar bile rengarenkti. Diğeceğim şudur ki; parklara estetik dokunuşlar gerek, doğal olmayan bir yaşam biçimi içinde herşeyin doğal haliyle kalmasını istemek gereksiz. Şehrin içindeki küçük parklara, büyük ormanları taşımamız lazım.

Parktan ayrılıp önce Banksy’nin Pierre Amelot Sokağındaki eserine bakmaya gittim. Demir bir kapı üzerine beyaz bir kız çocuğu silüeti işlenmiş olacaktı ama malesef bulamadım. Tahminen kapı boyanmış ve eser yok olmuş.

Lyon Gar’ına giderken yolda meşhur Bastille Meydanından geçtim. Meydanda hummalı bir çalışma vardı. Bu yüzden oradaki kafelerde oturup soluklanamadım, halbuki planım orada biraz dinlenmekti. Sıcak zift kokusu ve gürültüden duramadım.

Lyon Gar’ı havaalanı gibi bir yer, kalabalık ve hareketli. Yeterince gezip gördükten ve biraz dinlendikten sonra, metroya binip şehrin diğer bölümüdeki Yeraltı Mezarlarını görmeye gittim. Saat öğleni geçmişti ve mezarlığın kapısında korkunç bir sıra olmuştu. Sanki Notre Dame’a gidemeyen bütün turistler burada sıraya girmişti. Yani çok enteresan bir şey tabi ki, ben de o sebeple gittim ama akşama kadar sıra beklemenin mahiyetini çözemedim, Paris’te başka yer mi kalmadı ki on dakikalık bir müze ziyareti için bir tam gün harcayasın! Sıraya girmekten gocunmayan ben, akşamı orada etmek istemediğimden yoluma devam ettim. Onun yerine Lüksemburg Bahçesini gezdim.

Havanın güneşli olmasını fırsat bilen herkes parktaydı. Yanlız parkların zemininin can sıkmaya başladığını belirtmeliyim. Her yer toz toprak; ayakkabım ve paçalarım. Oturacak yerler hatta çimenler bile tozlu. Kalkan birini gördüğüm bir banka oturup dinlenebildim, yoksa yere çömelir oturmadan dinlenirdim, yani o kadar toz toprak! “Nerde bu devlet kardeşim.” dedirtecekler adama. Bizim memleket, buralarla kıyaslarsak acayip temiz.

Bir sonraki durağım Panthéon oldu. Roma’daki ilk kiliseden esinlenerek yapılmış, şimdilerde birkaç ünlünün gömülü olduğu bir anıt mezar. Çok fazla vakit harcamadan devam yoluma ettim. Uğramadan geçmeyeyim diyerek yine Notre Dame’a uğradım. Son halini merak ediyordum.

Polis bölgeye girişleri kapamış, bu yüzden insanlar nehrin karşısından bakmaya çalışıyordu. Fotoğrafı çektiğim cadde hınca hınç insan doluydu. Neyseki gördüğüm kadarıyla katedralin geneli sağlam duruyor. Bilindiği üzere kubbesi yanıp çökmüş ve iç kısımda ağır hasar varmış. Eski haline döner gibi görünüyor.

Banksy’nin Sorbonne Üniversitesi yakınındaki “köpeğe kemik uzatan takım elbiseli ve testereli adam” resmi kesin olarak yok.

Bu da pleksi camla korunabilmiş bir diğeri. Aralarında sadece on dakika yürüme mesafesi var. Fare, Notre Dame’a çok yakın. Ama görebilmeyi başarmak gerekiyor, oldukça küçük.

Bu kadar Banksy yeter diyerek Latin Quarter isimli bölgede gezmeye başladım. Ağırlıkta kafe ve restoranların olduğu eski bir bölge. Gezilesi bir yer. Hediyelik alışveriş yapmak mümkün ama çok orjinal birşey bulamadım. Paris’in her yerinde aynı şeyler var.

Paris Merkez Camii. O da mı varmış demeyin, aynı zamanda tam teşekküllü bir külliye. Çok beğendim. Bu arada Paris’te bir çok camii var ama bu şekilde değil. Dışarıdan ne olduğu anlaşılmayan, bir dükkan yada apartman dairesi şeklindeler ama bu gerçekten de bir camii görünümünde.

Caminin karşısında büyük bir müze kompleksi vardı. Camii ile bir bağlantısı yok. Komplekste Botanik Müzesi, Doğal Taşlar Müzesi, Çocuk Müzesi ve Evrim Müzesi bulunuyor. Müze sezonunu kapadığım için orada daha fazla oyalanmayıp. Metroyla Montmartre’ye gittim.

Burası bir tepe. Meşhur birçok noktası bulunan bu tepeyi sokak sokak gezmek lazım. Hediyelik eşyalar ve orjinal sanat eserleri satılıyor. Ressamlar tepesi diye adlandırılan bir bahçe de var; isterseniz kendi reminizi de yaptırabiliyorsunuz. Şayet ufak bir yağlıboya tablo almak istiyorsanız burası tam yeri, her zevke göre birşeyler bulmak mümkün.

Bu tepeye merdivenlerden çıkarak ulaşılabildiği gibi yaşlılar ve tembeller için füniküler de yapmışlar. Tabi onun da sırası var.

Tepede sizi Sacre Coeur Bazilikası karşılıyor. Üstünüzün kirlenmesine aldırış etmezseniz bahçesinde oturabileceğiniz yerler mevcut. Tabi ki ben oturmadan yoluma devam ettim. Bu sefer farklı bir yol çizip, önce Amélie’nin alışveriş yaptığı manava uğradım. Ardından da çalıştığı “Cafe Des 2 Moulins” kafesine gittim. Manavın işler kesat ama kafe sağlam iş yapıyordu. Neyse bu mekanları görmüş olmak hoşuma gitti tabi.

Artık gezmeği istediğim hiçbir yer kalmamıştı. Yavaş yavaş otele döndüm. Otelde ayaklarımın şiştiğini farkettim. Ayakkabıdan da umudu kestim, yakında parçalanırlar. Günde ortalama kırk bin adım atarak Paris seyahatimi sonlandırdım. Yarın dönüş günüm, birkaç gün yazmam. Sonrasında maraton raporunu çok uzatmadan yayınlamak istiyorum. Günü gününe yazmak zordu ama iyi mi oldu kötü mü oldu henüz bilemiyorum. Buna değip değmediğini zamanla göreceğim, tabi bir gün düşüncemi sizlerle de paylaşırım… Ben eşyalarımı toparlayayım artık.

Banksy Ve Amélie Sevdasına Ayaklarım Şişti” için bir yanıt

Yorum bırakın