Bu yıl yarış sezonunu Antalya Maratonu ile açmıştım. Sadece bir buçuk ay sonra, tam toparladım derken, Paris Maratonu‘yla kendimi tamamen tüketmiştim. O yarışın üstünden de henüz iki ay geçti ve bu zamanın neredeyse tamamını zorlayıcı antrenmanlardan uzak durmaya çalışarak geçirdim.
İlk yarışımdan bir hafta sonra sol bacağımda başlayan ağrı neredeyse bir ay benimleydi. Sağ dizimde güçsüzleşmekten kaynaklandığını düşündüğüm ağrılar peyda oldu. Yatağa düşmedim ama Ramazan ayı içinde bir hafta soğuk algınlığıyla da mücadele ettim. Antrenmanlarımı azaltıp, şiddettini düşürerek bu hafta sonu yapılacak Sapanca Ultra NG Orman Koşusuna hazırlanmaya çalıştım.
Bu yarışta bir hedef dahilinde koşmak için gerekli olan toparlanma zamanına sahip olamadım. İki ay gerçek anlamda toparlanmaya yeterli olmuyor. Ama insan yarışlardan uzak kalmayı da pek kabullenemiyor. Doğrusu sağlıklı olan yılda en fazla iki yarışta tam performans koşmak. Diğer yarışları antrenman olarak görüp, orta veya düşük performansla tamamlamak.
Fakat antrenman yarışı diye kayıt olduğum yarışların başlangıç çizgisine geldiğimde hangi yarışın antrenman yarışı olduğunu unuturum. Yanlışlıkla tam performans koştuğum ve en iyi sürelerimi elde ettiğim yarışlarım olmuştur. O atmosfer ve çevremdeki insanların enerjisiyle, kendimi kalabalığa kaptırıp giderim. Genellikle yarışın yarısını tamamladıktan sonra zorlanmaya başladığım için aklım başıma gelir. Bu sefer de harcadığım efor ziyan olmasın diye yarışı başladığım gibi tamamlarım.
Daha en başından Sapanca Koşusunu antrenman olarak düşünmüştüm. Asıl amacım bu dönemi dinlenerek atlatmak ve Temmuz sonunda yapılacak olan Tuz Gölü Maratonu‘na yoğunlaşmaktı. Yarışa bir kaç gün kala “Acaba tam performans koşsam mı?” diye kendime sormaya başladım. Biraz dinlendim ya, ne yapacağımı bilemiyorum.
Hafta sonu için şöyle bir planım var; yarışa sakin başlayacağım. İlk beş kilometre ısınıp önümüze çıkacak on beş kilometrelik yokuş için bekleyeceğim. Yokuşu ortanın biraz üstü bir eforla çıkıp o anki durumuma bakacağım. Şayet iyi bir hızla geri dönebilecek gibi hissedersem kendimi bırakırım. Ama hava durumu veya başka şartlar beni zorlayacaksa, bu yarışı hafif tempo Pazar koşusu kıvamında bitiririm. Bu yazdığım çok mantıklı bir plan. Problem şu ki; ben yarışa kendimi kaptırıyorum.
Hani insan çok sevdiği bir işi yapar, gözü başka bir şey görmez ve vaktin nasıl geçtiğini anlamaz ya. Ben de koşmayı seviyorum ve koşmaya başladığımda bütün enerjimi bu işe verebiliyorum. Gücümün yettiği kadar koşuyorum başka hiçbir şeyin önemi olmuyor.
Bu kendini kaptırma meselesi dünya çapında birçok koşucunun yaşadığı bir durum olsa gerek. Bazıları bu durumun fizyolojik olduğunu ve vücudun salgıladığı bir hormondan kaynaklandığını söyler. Gerçeklik payı yok diyemeyeceğim. Bu durum beni olağan üstü mutlu ediyor. Gücüm yetse günlerce durmadan koşsam diyorum. Bazen rüyamda son hız koştuğumu görürüm, o zaman dahi mutlu olurum.
“Bu durumda devam et, kendini kaptırmaktan seni alı koyan nedir?” Diyecek olursanız; bu yazımın en başında anlatmak istediklerimi hatırlayın. İnsanın sahip olduğu güç ve kuvvet sınırlı. Bu gücü idareli kullanmayı bilemezseniz çok acı çekersiniz. Kendi sınırlarınızı sürekli zorlamanız durumunda bir yerlerde piliniz biter veya arıza yaparsınız. Yani her işte olduğu gibi bu işte de orta yolu bulmak zorundasınız. Bu bağlamda hafta sonu ne yapacağıma yarışın ortasında karar vereceğim. Bu kararım bir sonraki yarışımın da kaderini belirleyecek.
Cumartesi akşamı yarış alanını ziyaret edeceğiz ve yarış kitimizi alacağız. Dönüşte yazacak vaktim olmayacaktır çünkü erkenden yatmayı düşünüyorum. Umarım yarıştan sonra uzun uzun olup biteni anlatabilirim. Şimdilik hava şartlarının çok kötü olmamasını dilemekten başka yapacak bir şey yok.
Kaynaklar: Öne Çıkan Görsel Sapanca Ultra Maratonu